31 Temmuz 2010 Cumartesi

HÜZÜN KOKULU BUZ MAVİSİ GÜLLER

Buz mavisi... Önündeki buza uzun uzun baktı. Nasıl da pırıl pırıldı. İçindeki birçok hava kabarcığı inci taneleri gibi görünüyorlardı. Çizgiler ise incilerin dizildiği ipleri andırıyorlardı. Buz; pırıl pırıl parlak olmasına ve ilk anda saydam gözükmesine rağmen... bir yanından öbür yani gözükmüyordu. Sanki beyaz bir bulut kümesi mavi camın arkasına gizlenmiş gibiydi. İşte gizemli buz mavisi buydu.
Geçirdiği günler de buz mavisiydi.
Buz gibi parlak,
Buz gibi mavi,
Buz gibi gizemli,
Buz gibi güzel
En önemlisi buz gibi soğuktu. Hüzün kokusunu ilk o günlerde duymuştu. Buzdan oluşmuş buz mavisi güllerin hüzün kokusunu.
Aşkın sıcaklığı, acının ateşine;
Mavinin güzelliği, buzun soğukluğuna;
Sevginin güneş parlaklığı, bulutlu buz gizemine dönüşmüştü. Bütün bu duygular birbirine öylesine girift olmuştu ki, ayırtetmek mümkün değildi.
Sevmekle nefret etmek,
Gitmekle kalmak,
Yaşamakla ölmek,
Aşkla acı arasında gidip geliyordu. Onun ağzından dökülen sevgi sözcükleri, kalbinin buza dönüşmüşlüğünü eritiyor; sevgiyle çarpmasına, coşmasına neden oluyordu. Ancak;
Göz açıp kapayıncaya kadar
Gündüz gece,
İyi kötü,
Aydınlık karanlık,
Sıcak soğuk oluveriyordu. Sevginin sıcaklığı ile eriyen buzlar; pencere önünde geçen yalnız saatler, gece ve günlerde yeniden oluşuyordu.

Bir gün buzun tamamen erimediğini fark etti. Bir kanser hücresi gibi çoğalıyordu. "Sevginin herşeye yettiği inancımı kaybettiğimden" diye düşündü. Giderek eriyen, azalan sevgisine yardım edemiyor; oluşan buzları eritemiyordu.
-“Bir ışık" dedi kendi kendine. "Bir umut" diye düşündü. Oysa biliyordu. Bugüne kadar yaşadıklarını ve çevrelerinde giderek daralan çemberi düşündü.
—“Umut biziz" dedi yine kendi kendine. Çemberi kendileri kırmalıydılar.
Omuz omuza, el ele, yürek yüreğe. Oysa yalnızdı. Yalnız geçen gecelerdeki saatlerin sayısı giderek artıyordu. Yalnızlığını bastırmak, yalnızlığından kurtulmak istiyordu.
—“Yalnızlık düşmanım değil" dedi. Yüksek sesle düşünüyordu. Düşmanı ihanetti. İhanet salt bir kavram değildi. Bir eylemdi. Yaşanan bir gerçek. Dünyada hemen herkesin bir kez olsun tattığı, ama asla tadından hoşlanmadığı bir yaşam kesitiydi. İhanet canlı değildi. Elle tutulup, gözle görülmüyordu. İhaneti yaşatan sevdiğiydi. Kapı açılıyor; ihanetinden ve sevgisinden oluşmuş hüzün kokulu buz mavisi güllerden her gün bir tanesini getiriyor; ellerine bırakıyordu.
O'nu ne zaman sevmeye başlamıştı, bilmiyordu. O'nun ne zaman "Seni seviyorum" dediğini de hatırlamıyordu. Ancak; ilk hüzün kokulu buz mavisi gülü getirdiği günü, o kış gününü biliyordu. İlk kavgayı, ilk yalanı yaşamış; O'nun kırmızı bir gül yerine getirdiği ilk hüzün kokulu buz mavisi gülü vazoya ıslatmıştı. Etrafına baktı. Görünmüyorlardı ama pek çok vazoda irili ufaklı hüzün kokulu buz mavisi güller vardı. Evde koyacak yer kalmamıştı.
Maviyi seviyordu. Buzun mavisini bile. Çöl sıcaklığında buz çok önemliydi belki. Ama kışın yağan karlar arasında yalnız bir yürek, buz mavisi güllerin arasında üşüyordu.
—“Üşümek istemiyorum" dedi O'na. "Hüzün kokulu buz mavisi gülleri de istemiyorum. Bir kırmızı gül, yalnızca bir kırmızı gül; yani aşkını ve sevgini istiyorum."
O'nun gözlerinde umutsuzluğu, çaresizliği gördüğünde; söylenecek, yapılacak bir şey olmadığını anladı. O'nu ve içinde hüzün kokulu buz mavisi güllerle dolu evi terk etti.
Onu özlemek, ama görememek ve sarılamamak; sevmek ama söyleyememek ne zordu. Ateşe atılmış gibi yanıyor, buz denizindeymiş gibi üşüyordu. Sanki içinde bir şeyler yıkılıp, kırılmıştı. Bazen ölmenin güzel olabileceğini de düşündü. Gelgitlerle savrulurken; O'nun ayrılık acısını içinde duymadan, göz açıp kapayıncaya kadar ihaneti ile evlendiğini öğrendi.
Aylar sonra gece yarısı çalan telefonlarla uyandı. Öbür ucunda hep O vardı. Sevdiğini söylüyordu. Özlediğini ve beklediğini de. Şaşırmadı. O şimdi bir başka kadının ellerine hüzün kokulu buz mavisi güller bırakıyordu.
—“Sana gelemem,
Gel de diyemem.
Yaydan çıkmış ok,
Söylenmiş söz,
Dökülmüş su gibisin.
Benim için geçmiştesin.
Hem....
Şimdi gelemezsin.
Gelsen de;
Kırılmış,
Bin parçaya ayrılmış yüreğimi onaramazsın.
Görünmez iplerle bağlanmış bağlarını çözemezsin.
Çözsen de izlerini silemezsin.
Geçmişte kal sevgili." Dedi. Kendisini ağır bir hastalıktan kalkmış, uzun süren bir esaretten kurtulmuş gibi iyi ve özgür hissetti. Şimdi yaşamak, coşmak ve insan olmayı hissetmek zamanıydı.

Nevin Ergençiçeği

23 Temmuz 2010 Cuma

SIRADAN OLMAYAN GÜNLER

Kapıdan girdiğinde içerideki gergin hava bir tokat gibi yüzüne çarptı. İrkildi. Işıl ışıl parlayan gözler, gülen yüzler görmeyi bekliyordu çünkü. Çocukluğun sonunda, yetişkinliğin başındaki gençler yaşamlarını kimi zaman bir coşku seli, kimi zaman da anlamsız acılar girdabındaymış gibi yaşıyorlardı. Bahar havası gibi değişkendiler. Ne zaman hüzne, ne zaman mutluluğa koşacaklarını kestirmek zordu. Ne zaman yağmur yağacak, ne zaman güneş doğacak belli olmuyordu; ama bugün sanki kar yağmış, hava dona çekmişti. Sanki fırtınalı bir yağmurda şimşekler çakıyordu.

               Yerine oturdu. Karşısında oturan genç insanlara kişiliklerini görmeye çalışarak tek tek baktı. Grup önce ikiye, sonra dörde, sekize, on altıya bölünmüş bir hücre yığını gibi görünüyordu. “Biz” bitmiş, “Ben” doğmuştu. Hani derler ya, kız doğmuş sessizliğindeydiler. Gördüklerinden dolayı şaşkındı. Tek bir soru sorma gereksinimi duydu.

              - Sorun nedir?

              Taştan ses geldi, hiç kimsenin sesi çıkmadı. Kendi kendine konuşur gibi cevabı kendisi   verdi.

              - Demek konuşmak istemiyoruz. Sessizlik bugün misafirimiz.          

              Sessizlik özlediği bir olguydu. “İstediğim bu mu?” diye sordu kendine. Gerginliği, iletişimsizliği, olumsuzlukları yaşamanın ve huzursuzluğu iliklerinde hissetmenin ne olduğunu yaşam öğretmişti, istediği sessizlik bu değildi. Sabretmeyi de öğrenmişti. Sustu. İstediği onların sorunlarını kendiliğinden anlatmalarıydı.

               Herkes işinde gücünde görünmesine rağmen; yolunda gitmeyenler gündüz gibi görünüyordu. Ortak kullanılması gereken malzemeleri birbirlerinden istememek için boş oturuyorlar ya da vermemek için işi ağırdan alıyorlardı. Sanki görünmeyen sınırlar, kurtarılmış bölgeler!vardı. Birbirlerinin bölgelerine girmiyorlardı. Birkaç kez uyardı ama hem uyarısı işe yaramadı, hem de öfke ve gerginlik tırmandı. Birbirlerini bakışları ile dışlıyorlar ve el kol hareketleri ile birbirlerini tehdit ediyorlardı. Sabretmeyi öğrenmişti ama sonsuz sabrı olmadığını düşündü. Yıllar önce içinde açılmış yaraların sızladığını duydu. Kanamasına izin vermek istemedi.Yerinden kalktı. Herkesin işini bırakıp, kendisini dinlemesini istedi.

 

               - “Sizler henüz doğmamıştınız. Ben sizlerin yaşındaydım. Televizyonu tanımıyorduk. Çoğu kez endişe ile haber izlediğimiz, radyo tiyatrosu dinlediğimiz, Zeki Müren’le, Emel Sayın’la coştuğumuz bir radyomuz vardı. Komşu komşuyu tanırdı. Konu komşu, çoluk çocuk sinemaların aile matinelerine gidilir; Türkan Şoray’ın, Filiz Akın’ın, Cüneyt Arkın’ın filmleri seyredilirdi. Bardakla ölçülerek yağ, şeker, çay ödünç alınır, verilirdi. İnsanlar birbirini görmek için uğrar, hal hatır sorardı. Evin başköşesine büyükler, yaşlılar otururdu. Komşuda pişen, kokusu duyulan paylaşılırdı. Kapılar kilitlenmez, evler komşuya emanet edilirdi. Büyük çocuklar küçüklerin yol göstericisi, kültür aktarıcısıydı. Arkadaşlık ve dostluklar da sağlamdı. Saygı ve sevgi bir yaşam biçimiydi.

                Bir gün Anadolu’nun el değmemiş, kültürünü saklamış, bozulmamış bu kentinden; Ankara’ya okumak için geldim. Doğup büyüdüğüm şehirden, arkadaşlarımdan, akrabalarımdan, komşularımdan en önemlisi ailemden kopup gelmiştim. Bir hedefim vardı, doğup büyüdüğüm şehirde hedefime ulaşamazdım. Bu ayrılığı kaldırabilirdim ama geldiğim ortam çok farklıydı Sağlam güven duygusu ve sıcacık dostlukların yaşandığı bir ortamdan gelip, kendimi cehenneme düşmüş gibi hissediyordum. Bu duygularımda yalnız değildim. Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen pek çok genç, gördükleri ve yaşadıkları olaylardan etkilenip; hedeflerinden vazgeçip geri döndü.

             O günlerde hiçbir gün sıradan değildi. Kalabalığın içinde yalnızlığın yaşandığı, herkesin kendi canı derdine düştüğü günlerdi. Olaysız, güzel bir gün geçirebilmek; ölüm haberi olmayan bir haber dinlemek imkânsızdı. Oysa savaşta değildik.

             Okula başladığımızın sekizinci gününde büyük sınıflardaki öğrenciler bizi bahçeye topladılar. Bir kaçı konuşma yaptılar. O güne kadar siyasetle ilgilenmediğimden söyledikleri bazı kelimeleri anlayamamıştım. O anda yanımda olan aynı odada kaldığımız arkadaşıma sordum. O da bilmiyordu. Daha sonra benim gibi bir çok kişinin bilmediğini; bir çok insanın salt bir gruba dahil olmak, kendini koruma altına almak için bu tavrı benimsediğini de öğrenecektim. İçimizden biri:

         - Boşuna öğrenmeye çalışma, bahse girerim kendisi de bilmiyordur. Bak! Okuyor. Gördün mü? Dedi.

           Boykot ilan edilmişti. Biz  ilk sınıflar uyarılmıştık.

        - Eğer derslere girer, boykotu kırarsak, derslere gireni ............riz,  ..........rız. Tehdit yeterli gelmemişti ki, tüm kapılarda nöbetçiler görevlendirilmişti. Söylendiğine göre bu siyaset karışmış bir hak savaşıydı. Daha iyi bir ortamda, daha iyi koşullarda okumak hakları olduğu belirtip, gerekirse zorla sökerek alacaklarını söylüyorlardı.

           Biraz bekledik. Beklememiz derse girme davranışı olarak algılandığından, dış kapıya kadar kovulduk. Gidip, akşama kadar gelmememiz söylendi. Ankara’da yaşayanlar için sorun yoktu. Evlerine gidiyorlardı. Ama bizler yatılı öğrencilerdik ve kaldığımız yurt, yemekhane, kantin, vb. hepsi o çıkarıldığımız kapının arkasındaydı. İçimizde parası olanlar ve olmayanlar vardı. Üstelik dışarısı içeriden daha emniyetsizdi. Nereden kör bir kurşunun geleceğini, hangi gruplar tarafından tartaklanacağımızı, kaç polis tarafından üstümüzün ve çantalarımızın aranacağını,  ne zaman taş yağmuruna tutulacağımızı bilmiyorduk. O günlerde bunlar bir çok insan için sıradan olaylardı. İnsanlar sanki üç maymunu oynuyorlardı. Görüyorlardı ama görmemiş gibi yürüyüp gidiyorlardı. İşitiyorlardı ama işitmemiş gibi davranıyorlardı. Suya sabuna dokunmamak için de susuyorlardı. Duyarsız, robot insanlar içinde yaşadığımı düşünüyordum ve bizler bu yaşamda ne kadar deneyimsizdik. Benim doğduğum yerlerde komşuluk, dostluk vardı. Düşen kaldırılır, yardım eli uzatılırdı. İnsanlar birbirini görmediği zaman meraklanır, hal hatır sormaya kapıdan başlarını uzatırlardı. Birbirinin çocuklarını korur, kollar ve aç ise doyurur, susuz ise kandırırdı.

           Boykottan dolayı derslere giremediğimiz günlerde akşam üzeri okula dönüyorduk. Herkes eve gidebilme çabası içinde koşuşturuyordu. Hızlı hareket eden bayram kalabalığı içinden geçerken; bir gencin kanlar içinde yere yıkıldığını gördük. Çırpınıyordu ölmemişti. Ama eğer yardım edilmezse ölecekti. Herkes oradaydı, ama hiç kimse yoktu. Hiçbir şey görmemiş gibi davranan bir kalabalık vardı. Ona doğru yöneldim, çünkü yardım edilmesi gerekiyordu. Bir anda kendimi geriye çekiştirilirken buldum. İki arkadaşım iki koluma girmiş, beni geriye doğru sürüklüyorlardı. Bırakmaları için çok çabalamam gerekti. Ağlıyordum. Yaşadıklarıma inanamıyordum. Arkadaşlarımın söylediği kısa ve özdü.

-         O öldü.

-         Ölmedi.

-         O öldü.

-         Öldürüldü desenize, ama yaşayabilirdi. Ne biçim bir yer burası?

-         Yaşayamazdı.

-       Neden? Yardım edebilirdim, hatta yardım edebilirdik belki, ama bana bile izin vermediniz ki.

Artık bağıra bağıra ağlıyordum. Arkadaşlarımdan biri omuzlarımdan silkeledi.

-    O bir avdı. Eğer o kalabalıktan tek bir kişi ona yardım etmeye çalışsaydı, sonu farklı olmazdı. Anladın mı? Biz seni seviyoruz ve kaybetmek istemedik.  Oysa o genç için yapılacak bir şey kalmamıştı.

        O anda evime dönmek için dayanılmaz bir istek duydum. Henüz bir ay bile olmamıştı ama buradan gitmek, kurtulmak istiyordum.

        -  Git!! Diye devam etti. Düşündüğün bu değil mi? Pes et. Çünkü burada yaşam mücadelesi var. Kolayı seç. Git ve doğduğun yerlerde mutlu yaşa. Buraları düşünme.

        Öyle bir yerdeydim ki ne gitmeyi sindirebiliyordum, ne de kalmaya cesaretim vardı. Arkadaşıma dönüp:

-         Ne hissettiğimi nereden biliyorsun? Dedim. O sesini alçalttı ve:

-       Yaşayarak öğrendim. Dedi. Sen evden ilk kez ayrılıyorsun. Bu çok belli. Bence bugün düşün. Bugün senin doğduğun yerlerde yaşam daha kolay ve güzel olabilir  ama ya yarın ne olacağını kim biliyor? Bu yel böyle eserse, bu bıçak böyle keserse sonumuz hayır ola. 

         Arkadaşım haklıydı. Üç ay kadar Ankara’nın soğuğu, yağmuru, kışında sokaklarda süründük. Çok üşüdüğümüzde bir pastaneye girip biraz ısınıyor ve karnımızı doyuruyorduk. Okul idaresi derse girmeyenlerin devamsızlıktan kalacaklarını ve okuldan atılacaklarını sürekli anons ediyor, ancak derslere girilmesini sağlayamıyordu. Diğer yanda ailelerimize okulda derslere girmediğimizi, yatakhanelere gelmediğimizi belirten yazılar çoktan gönderilmişti. Biz geceleri yatakhanelerdeydik ama idare sorumluluk almamak için aileleri öyle bilgilendiriyordu. Pek çok aile Ankara’ya koştu geldi. Bir kısmı okumak için gelen ve okumak isteyen çocuklarını dinlemeyip alıp gittiler.

         Üç ayın sonunda bir akşamüstü boykotun bittiği, okulun kapatıldığı, yarım saat içinde yatakhaneleri terk etmemiz gerektiği anons edildi. Uzun süredir sürünen bizler için endişelere gebe, güzel bir haberdi. Sevinç çığlıkları eşliğinde herkes birbirine sarıldı. Galiba tüm yaşamım boyunca hızlı hazırlanma konusunda ilk rekorumu o gün kırdım.

        Doğduğum kente gidecek son otobüse yarım saat vardı. Yer bulabileceğimden emin değildim. O günlerde telefon edebilmek için önce postaneye gidilip yazılmak ve saatlerce beklemek gerektiğinden aileme haber verme şansım yoktu. Gece yarısı inecektim. Korkuyordum. Arkadaşlarla önümüzü göremediğimiz bir zaman dilimi boyunca görüşemeyeceğimiz için sanki sonmuş gibi vedalaşıp ayrıldık. Gözlerimi kapatıp boşluğa atlarcasına ilk taksiye atlayıp terminale gittim. Yola çıktığımızda Ankara’da lapa lapa kar yağıyordu.

        Hava koşulları kötü olduğundan iki saatlik bir gecikme ile kentime ulaştım. Kar yoktu ama şiddetli rüzgar vardı. Elimde valizimle şehir meydanındaydım. Daha köşe başına varmadan elektrikler kesildi. Karanlıkta kalmadan kanal kazısı yapıldığı için yolların kazılı olduğunu gördüğümü anımsadım.  Eve gitmeliydim ve başka bir seçeneğim yoktu. Ayaklarımı sürüyerek ilerlemeye başladım. Dükkanların önündeki levhalar sallanıyordu ve ben çıkan bu gürültüden, rüzgarın uğultusundan, karanlıktan, bu ortamda yalnız olmaktan ölesiye korkuyordum.  Bir el fenerinin önce ışığını, sonra da yolumu aydınlatmaya çalıştığını gördüm. Bir gece bekçisi sessiz sedasız yardım ediyordu. İşte burası benim memleketimdi. İçimde bir yerlerde çatışan iki duygu yaşandı. Bozulmamış bir kente ulaşmanın mutluluğu ve ülkemin başkentinde yaşadıklarımın acısı.

        Kapının zilini çaldığımda, içeride olmamama rağmen yaşananları görebiliyordum. Annem ve babam birbirlerine endişeyle bakıp; “ Gece yarısı hayır ola, kim acaba?” diyorlardı. Kapı açılıncaya kadar da endişeleri sürecekti. .”Tanrım!! Evde olmak ne güzel bir duygu.”Diye düşündüm.Kapıyı babam açtı. Beni gördüğünde gözlerini sonuna kadar açtı ve sordu.

         -Ne işin var senin burada? Okulda olman gerekmiyor mu? Kötü bir şey mi oldu? Bu saatte yalnız başına nasıl geldin? Geleceğini niye haber vermedin?   

        Gülerek yüzüne baktım Babamın endişeleri sorulara dönüşmüştü. O ise kızdı.

           -  Söylesene. Dedi. Gülerek:

          - Burada mı? Diye sordum. O zaman kendine geldi. İçeriye girdiğimde bütün ev halkının uyandığını ve gece yarısı çalan zilin ucundaki kişiyi beklediklerini gördüm. Sevdiklerimi kucaklayabilmek, onları görmek ne güzeldi. Yaşadıklarımı anlatırken, kimi zaman hüzünlendiler, kimi zaman endişelendiler ve tekrar gitmememi istediler, kimi zaman da tüm yaşananlara rağmen sağ salim gelebildiğime şükrettiler. Soğuk ve korku dolu bir gecenin ardından gelen sıcacık sevgiyle pişirilmiş çayın tadı bugün bile damağımda. Doğarken kimse bize “Bu ailede doğmak ister misin?” diye sormaz. Ama o gün uzun bir aradan sonra ailemin yanında kendimi mutlu ve huzurlu hissettim. Yeniden dünyaya gelseydim, yine ailemi seçerdim.

           Bir süre sonra boykot kalktı, okul açıldı ve biz derslere uzun bir aradan sonra, ailelerimizin yanında dinlendikten sonra başlayabildik. Gecikmiş zamanı yakalayabilmek için koşmamız gerekiyordu. Boykot bitmişti ama olaylar bitmemiş, sular durulmamıştı. İşimiz zordu ve biz farkındaydık. Verilen haklar! bize aynen uygulanmasına rağmen, asıl boykotu başlatanlara seçme hakkı verilmişti. Gariptir, pek çoğu verilen hakları reddettiler. Boykotta olduğu gibi boykottan sonra da bedeli bizler ödedik. Yılsonunda hepimiz Alpay’ın “Eylülde gel” şarkısını söyledik. Eylülde geçemediğimiz derslerin sınavlarına girmek için geldiğimizde buluşmak üzere ayrılıp, tatile gittik. Bedel geçilememiş derslerdi. Pek çok arkadaşımız ilk yılın sonunda okul yaşamına veda etmek zorunda kaldı.

             Biz almamız gereken dersi almıştık ve politikaya atılmıştık. Usta birer tiyatro oyuncusu gibi oyun oynuyorduk. Biz bir türlü siyasi kararımızı veremediğimizi belirtiyor ve bizi aydınlatmalarını istiyorduk. Onlar, ötekiler, berikiler anlatıyor, anlatıyorlardı. Biz gerçekten can kulağı ile dinliyorduk. Bize kitaplar getiriyorlardı, okuyorduk. Galiba ilk ciddi siyaset eğitimini o dönemde kazandık. Olaylar ise bütün hızıyla devam ediyordu. Biz bir grup insan dünyaya diğerleri gibi bakmıyorduk. Siyaseti bilmemiz gerekiyordu ama düşüncelerimizin dışındaki diğer insanların düşüncelerine de saygı duymak gerekiyordu. Şiddete bulaşmamak ve eğitimimizi tamamlamak uğruna rol yapıyorduk.

             Üçüncü yılımızdaydık. Bir gece yarısı saat üç civarında durduramadığımız, tahammül edemediğimiz, korkunç bir gürültü ile uyandık. Yer sarsılıyordu. Gürültü ve yer sarsıntısının etkisi ile camlar kırıldı. Hepimiz yataklarımızdan fırladık. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu herkes, ama çözemiyorduk. Bir arkadaşımız kıyamet kopuyor diye oturup, ellerini açıp dua etmeye başladı. O an düşündüğümüz “Doğru mu acaba?” sorusuydu galiba. Bir diğer arkadaşımız ağlama krizi geçiriyordu. Bizler de ağlıyorduk. Gürültü dindiğinde biz kendimizi birbirimize sıkı sıkı sarılmış bulduk. Birbirimizin ailesi olmuştuk. Ertesi gün yanımızdaki diğer yüksek okula bomba konulduğunu, bombanın patladığını ve okulun giriş katının tamamen yıkıldığını öğrendik. Bizim yaşadığımız salt bombanın etkisiydi. Halimize şükretmemize rağmen, çok öfkeliydik.

              İlk patlama olayından sonra; pek çok kez bomba ihbarı yaşandı. Aynı anda bütün okullara bomba ihbarı yapıldığı için; herkes bomba arama imhası süresince hapishane voltası atar gibi okulların önündeki caddede bir aşağı bir yukarı dolaşıyorduk. Bir süre sonra duyarlılığımızı kaybettik. Her bomba ihbarında dışarıya çıktığımızda “Merhaba, sizde mi bomba ihbarı aldınız?” “Evet, iyi ki bu ihbarı yaptılar, yoksa görüşemeyecektik” gibi saçma konuşmalar yapıp gülebiliyorduk. Her defasında bombanın bulunamadığı, yatakhanede kalmanın sakıncalı olduğu belirtiliyor ve kendimize kalacak yer bulmamız isteniyordu. Bazen haftada üç gün kalacak yer bulmamız gerekiyordu. Sokak olayları had safhadaydı. Arkadaşlarla ayrılmadan, bir gün birimizin akrabasının, bir başka gün bir başka arkadaşımızın tanıdığının evinde kalıyorduk.

              Bir gün akşamüstü yine bir bomba ihbarı yapıldı. On beş dakika içinde binaları terk etmemiz istendi. Herkes hazırlanmaya başladı. O an ne düşündüğümü anımsayamıyorum. Ama sanırım tükenmişlikti hissettiğim. Odanın köşesinde birkaç dakika oturdum. Sonra kalkıp, karar vermenin rahatlığı içinde valizimi dolaptan indirdim. Dolabımda ne varsa iki el hareketi ile valize indirdim. Yatağımı topladım. Kullandığım malzemeleri geriye teslim etmek ve okulu terk etmek için alt kata doğru yürürken; arkadaşlarım önce elimden malzemeleri aldılar, biri onları yerine koydu. Bir diğeri valizimi dolabıma geri yerleştirdi. Diğer ikisi de okulu bırakmama izin vermeyeceklerini söylediler. Onlara gideceğimi ve dönmeyeceğimi söylerken çok kararlıydım. Oysa onlar tüm tehlikeye rağmen yatakhaneyi terk etmeden beni ikna etmek için çaba ve vakit harcadılar. Beni bir dakika bile yalnız bırakmadan dışarıya çıkardılar. O gün aslında artık hiç birimizin gidecek kalmamıştı. Bütün çıkışlar tıkanmıştı.  Oturup “Ne yapabiliriz?” diye düşündük. Bir arkadaşımız Ankara’nın bir ilçesinde oturan ablası olduğunu, ama oraya gitme sorunu olduğundan söz etti. Terminale gittik. O ilçeden geçen şehirler arası otobüs olup olmadığını araştırdık. Gidebilecek bir otobüs bulduğumuzda sevinçle birbirimize sarıldık. Otobüsten indiğimizde içimizde esen korku ve tedirginlik rüzgarları dinmemişti. Bir süre yürüdük. Asıl kötü sürprizi arkadaşımızın ablasını evinde bulamadığımızda yaşadık. Misafirliğe giden ev sahipleri gece yarısından sonra geldiklerinde bizlerle yani davetsiz misafirlerle karşılaşmalarına rağmen çok misafirperver bir tavırla karşıladılar. Arkadaşım beni ablasına şikayet edip, okul terk etme girişimimi anlattı. Ablası çok endişelendi. Birkaç gün onlarda kaldık. O süre boyunca abla beni ikna etmeye çalıştı. Eğer bugün buradaysam, sizlerle bu konuşmayı yapabiliyorsam, o günlerde  beni fikrimden vazgeçirmek için çaba harcayan değerli  insanlar ve arkadaşlarım sayesindedir. Temelinde dostluk ve arkadaşlıkla insana olan duyarlılık, sevgi vardır.

                İnsana sevgi, düşüncelerine saygı duyulmadığında da neler olabileceğini gördük. 

Derslerin en yoğun olduğu günlerden birindeydik. Biraz nefes almak, dinlenmek için alt kattaki arkadaşlarımızın yanına inip biraz sohbet etmeye karar vermiştik. Daha merdivenlerden iki basamak inmiştik. Önümüzde merdiven sahanlığındaki bir kişinin dışında hiç kimse yoktu. Daha doğrusu biz öyle sanıyorduk. Bir anda pek çok insan önümüzdeki kızın üstüne çullandı. Yoğun çığlıkların arkasından da hızla dağıldılar. Gördüğümüz manzara korkunçtu. Kızcağız salt düşüncelerinden dolayı saçları yolunarak cezalandırıldığından başı, yüzü kanlar içindeydi. Ortalık ise koparılan saçlarla doluydu.  O gece polis yatakhaneye girdi. Herkes odalarına hapsedildi. Aradan üç dört saat geçtikten sonra kapıyı açmak istediğimde silahın soğuk namlusunu burnumda hissettim.

                Bir başka gün üst kattaki arkadaşlar çay içmeye davet ettiler. Hani yatakhane ya da yurtlarda kalanların bildiği; yönetimin yasakladığı ama yine de mutlaka pişirilen çaya davetti bu. Ertesi gün üç final sınavımız vardı, ama yine de çay davetine gittik. Daha çayımızı içemeden dışarıdaki holde bir gürültü koptuğunu duyduk. Yine olay çıkmıştı. Biz bu kez de arkadaşlarımızın odasında yaklaşık dört saat kadar hapis kaldık. Bizim için çok değerli dört saatimiz boşa gitmişti. Orda kaldığımız saatler boyunca bir arkadaşımızın yoğun korkusuna tanık olduk. Bir yatağın altına saklanıyor, “Beni burada bulurlar.” diye bir ranzaya tırmanıyordu. “Savunmasız olmamalıyım.” diye çayın yanına konmuş yiyecekleri yenmesi için kullanılacak çatalları, meyve  bıçaklarını eline alıyor; “Tamam, hazırım” diye bağırıyordu. O ağır bir korku nöbeti geçirirken  olayları yaşamaktan duyarlılığımızı kaybetmiş bizler, ona gülüyorduk.

                Sanki vatan sınırları gibi şehir içinde çizilmiş sınırlar vardı. Sokaklar, caddeler paylaşılmıştı. O sözde kurtarılmış sokak ve caddelerden geçerken; ilgili görüşe sahip olduğunuzu belirten bir kanıtınız olması gerekiyordu. Bu bir rozet, bayrak, gazete ya da diğer yayınlar olabilirdi. Ancak bunları üstünüzde taşırken diğer ilgili  görüşün sınırlarına girerseniz; en basit ceza iyi bir dayak olup, öldürülmeye kadar gidebiliyordu. Bugün bu sınıfta, sizin aranızda da sınırlar gördüm.

               Dileğim; sizlerin böylesine kötü günler yaşamadan ailenin, arkadaşlığın, dostluğun, canlılara duyarlılığın önemini fark edip; içinizdeki sevgiyi paylaşmanız. Bizler, arkadaşlarımızla birbirimizin dostu, ailesi olarak o günleri aşabildik. Eğer uygun ortamımız olsaydı, bugün size güzel anılarımdan söz ediyor olacaktım. Gelecekte süren dostluklarınız ve güzel anılarınız olması için yaşama başka bir pencereden bakmalı; bugünü dolu dolu yaşamalısınız. ”  Dedi.

 

                Konuşurken bazılarının gözlerinin yaşardığını, bazılarının gözlerine bakmaktan utanıp başını yere eğdiğini, ancak en önemlisi yağmurun durduğunu, şimşeklerin çakmadığını, sevgi güneşinin yavaş yavaş doğduğunu ve sıcacık bir ortam oluşturduğunu gördü. Geçmişte kötü günler yaşamıştı, ama arada sırada o günlerin anıları işe yarıyordu.  


Nevin Ergençiçeği