10 Mart 2009 Salı

YAŞAMIN DERİNLİKLERİ


Nevin Ergençiçeği

SAVAŞIN KANADI KIRIK GÜVERCİNİ

Savaş bitmişti. Yorgun asker atıyla memleketine dönüyordu. Yorgundu ama mutluydu. Kazanılmış zor bir savaştan dönüyordu. Derinden bir bebek ağlaması duydu. Durdu, bekledi. Sesin geldiği yönü araştırdı. Atından indi. Sesin geldiği yöne doğru yürüdü. Bir yandan da “Koca bozkırın ortasında bir bebek ağlaması!” diye düşünüyordu. Bebeği görünce:
—Hayal, mutlaka hayal görüyorum. Dedi kendi kendine. İnsanlardan bu kadar uzakta mini minicik bir bebek ne arıyordu acaba?
—Savaş. Dedi yine kendi kendine. Sorumlusu savaş. Hayal görmediğine inanmak için eğildi. Elini bebeğe uzattı. Eli değer değmez hemen çekti. Hayal değildi. Yerde gerçekten bir bebek duruyordu. Asker bebeği özenle kucağına aldı. Üzeri nakışlarla bezenmiş bir kundağın içindeydi. Başında dantellerle, nakışlarla süslenmiş bir başlık vardı. Bebek hala ağlıyordu. Bebeğin alnına bir öpücük kondurdu. Yıllardır tatmadığı bir duyguydu. Ona çocuklarını hatırlatmıştı.

Yıllar önce çocuklarını bırakıp savaşa gitmek için hazırlandığında, eşinden ve çocuklarından ayrılmak zor gelmişti. Ama esir olmak ve yurdu düşman çizmelerine çiğnetmektense; savaşmaları ve düşmanı ülkeden atmaları gerektiğini biliyordu. O zaman düşünmüştü. “Niye insanlar savaşır?” Diye.
—Biz özgürlük adına, vatan uğruna savaştık. Dedi. Savaş kötüydü. Savaş çekilmezdi ama gerekliydi. Yıllardır onu eşinden, çocuğundan ve yakınlarından ayrı koymuştu. Özlemle doluydu. Gülümsedi.
—Ne çıkar, işte dönüyorum. Dedi. Bir an evine dönemeyenleri düşündü. Gözleri dolu dolu oldu. Yeni yetişen fidanların zamansız kesilince yere yıkıldığı gibi, yere uzanan arkadaşlarını anımsadı. Onların da eşleri, çocukları vardı. Genceciktiler. Vatan uğruna kendilerini feda etmiş, şehit olmuşlardı.

Doğruldu. Geç kalmamalıydı. Bebeğe baktı. Sıcak kucağı bulan yavrucuk uyuyakalmıştı. Götürüp götürmemekte kararsızdı. “Ya onu bırakan aramaya çıkarsa?“ Diye düşündü. Uzun uzun ufuklara baktı. Görünürde yoktu kimse. Belli ki garip terkedilmişti. Bebek kucağında olduğu halde atına bindi ve dörtnala sürdü. Bebek ona Allah’ın bir armağanı olmalıydı.

***

Yorgun askerden çok uzaklarda, Anadolu’nun iç kısmında bir kentte; memleketinde, zemini taşlardan yapılmış dar sokağa bakan ahşap evler, akşamın koyu karanlığına dalmıştı. Ağustosun geçmesine rağmen ağustos böceklerinin sesleri duyuluyordu. Tahta direklerde asılı gaz lambaları titrek bir alevle yanarak ortalığı aydınlatmaya çalışıyorlardı. Hava serindi ve ortalık sessizdi.

Sıralı evlerden biri olan, hayli eski ahşap ev, gece karanlığında o kadar da eski görünmüyordu. Toprak dama açılan kapının yüksek eşiğinde bir kadın oturuyordu. Başını ellerinin arasına almış, Güllü kadın düşünüyordu. Gittikçe büyüyen özlemdi yüreğindeki acı. Gözlerini kapattı. O’nu, sevgili eşini ne çok özlemişti. Yıllar var ki görmemişti. Özlem tek derdi değildi. Zayıf omuzlarına yüklenen sorumluluğu paylaşacak, yükünü omuzlayacak kimse yoktu. Zaman geçtikçe yorgunluğunu daha fazla hissetmeye başlamıştı. Tükenmişlikle gecenin sessizliğinde kendi kendine:
—Boyun bosun devrile savaş, gün yüzü görmeyesin, neslin tükene emi!! Beni kocamdan, yavrularımı babasından ayrı koydun. Nice canları aldın, ne yuvalar yıktın!! Diye söylendi.

Eşinden savaşa gittiği ilk aylarda mektup gelirdi. “Evvela mahsus selam ederim.” Diye başlayan mektuptan onun halini, durumunu öğrenir, en son kendisine gönderdiği selamı ulaşırdı. Mektup okunduktan sonra sandığın başına gider, yere oturur, sandığın kapağını açardı. Lavanta kokardı sandığı, bir torbada koyduğu kuru lavanta çiçeklerinden dolayı. Mektubu koklar, diğer mektupların yanına koyardı. Kutsal bir tören gibiydi. Şimdilerde kendisi gibi mektupları da gelmez olmuştu. En büyük kızı babasının ilk savaşa gittiği günlerde, sık sık:
—Anne! Babam ne zaman gelecek? Derken zamanla bu soru:,
— Anne! Babam gelecek mi yoksa diğer çocukların babası gibi hiç gelmeyecek mi? Sorusuna dönüşmüştü. Büyüyüp, savaşın ne olduğunu öğrendiğinde ise soru sormaktan vazgeçmişti. Kız kısmı erken evlendirilirdi. Çarşı içinden iyi bir kısmeti çıktığında evlendirivermişlerdi kızını. Evde büyükler varken söz hakkı da yoktu zaten. Bütün bunlar yaşanırken evinin direği savaştaydı.
—Ah! Keşke yanımızda olsaydı! Demişti o zamanlar. Oysa babasına kızını, Ayşe’sini al duvaklı görmek nasip olmamıştı. Buruk duruşunu fark eden evdeki büyükler:
—Ne zaman geleceği, hatta dönebileceği belli değil ki! Demişlerdi. Savaşa rağmen hayat sürüyordu. Ayrılıklara, yokluklara ve en hazini ölümlere rağmen kalanlar yaşamak zorundaydı. Ama O her şeye rağmen sevdiğinin döneceğine inanıyordu. Bu ıssız gecede kim bilir kaç yalnız yürek acı çekiyordu?

***

Mahallenin ortasındaki büyük meydanda çeşmeler vardı. Borularla birbirine akıntılı yalaklara su gürül gürül akıyordu. Sabah erkenden su doldurmaya çeşmeye gelmiş genç kızlar ve gelinler, çeşme başında ayaküstü konuşuyorlardı. Biri:
—Savaş bitmiş, öyle mi? Diye kendisinden yaşça büyük olana sordu. O:
—Öyle diyorlar ama kimse doğrusunu bilmiyor. Dedi.
Mahallenin en haşarı kızı olan Hatice kendince böyle derin, duygusal konulara girmek yerine komiklik yapmayı kendisine görev addederdi. Ama o bile:
—Keşke gerçekten bitmiş olsa! Dedi.
Zeliha gelin haksızlığa tahammülü olmayan, lafını esirgemeyen biriydi. O da:
—Allah ayakaltında kalmadan savaşın bitmesini nasip etsin. Dedi. Herkes yıllardır süren savaşın yılgınlığı içindeydi. Açlık yaşamları olmuştu. Sevdiklerini arka arkaya savaşa gönderip, kaybetmekten yorgundular. Yaşadıkları dillerine ağıt, türkü olup dolanıyordu.
“Burası Huş’tur
Yolu yokuştur
Giden gelmiyor
Acep nedendir?”
En kötüsü belirsizlikti. Önünü görmeden, yarını bilmeden yaşamaktı. Duayla başlamıştı söze ama yine lafını esirgemeden konuşmasını sürdürdü Zeliha Gelin:
—Başımızı eğmeden, ayakaltında kalmadan yaşadık bugüne kadar. Atalarımız, erlerimiz, oğullarımız cephelerde yedi düvelle, bizler burada açlıkla, sefaletle, hasretle, özlemle savaştık. Ne olursa olsun, ne denli zor olursa olsun, savaşa giden dönmeyen atalarımız, erlerimiz, oğullarımız gibi ölmek pahasına da olsa düşman çizmelerini vatanımızda istemeyiz.
Derin bir nefes aldı ve:
—Savaşın sürmesi dileğimiz olmasa da kurtuluşa kadar yine er kişiler cephelere gidecek, gidenlerin çoğu dönmeyecek. Bizler bıkmadan usanmadan yenilerini savaşa gönderirken, burada da çocuklarımıza ve yaşlılarımıza bir lokma yiyecek bulmak için çabalayacağız. Başka söze gerek yok.
Bu sözleri dinleyen çeşme başındaki yaslı gönüllerin dilleri sustu, gözleri konuşmaya başladı. Başında bulundukları gür çeşme ile yarışırcasına gözyaşları aktı. Her zaman olduğu gibi doğru söylüyordu Zeliha gelin. Savaş her şeye rağmen sürüyordu.

Yaylaya çıkmadan sulanmaya çeşmeye gelen sürünün sesi duyuldu. Herkes içinde kabuğu kaldırılmış derin bir yaranın acısını duymasına rağmen, gündelik yaşam sürüyordu. Yine işler yapılacak, yine az çok aşlar pişecek ve yenecek, yine gözler gönlün dilinden ıslak şarkılar söyleyecekti. Herkes dağılırken sürünün bir ucu yalaktan sulanmaya başlamıştı bile.

Sona kalan Fatma Kız son testisini dolduruyordu. Uzaklara bakar, çocukluğunda giden babasının döndüğünü hayal ederdi. Uzaktan gelen atlıyı görünce şaşırdı. Hayal gördüğünü zannetti. Başını çeşmeden akan suya çevirdi. Dayanamadı yine uzaklara baktı ve atlıyı görünce:
—Komşular bir gelen var! Diye bağırdı. Daha çeşme başından yeterince uzaklaşmamış kadınlar, kızlar, çocuklar döndüler. Fatma kızın gösterdiği uzaklara baktılar. Herkes iki uç noktada gidip geliyordu. Acaba dost mu, düşman mı? Beklediler. Zeliha Gelin atlı yeterince yaklaştığında elini ağzına götürdü ve yere diz çöktü:
—Aman Allah’ım! Dedi. Kızlar! Savaşın bittiği doğru galiba.

İki kanatlı kocaman ahşap kapının önüne gelen küçük kız; bir yandan kapını tokmağını vuruyor, bir yandan da:
—Güllü Ana! Muştumu isterim! Diye bağırıyordu. Güllü Kadın sesleri duyunca kapıya koştu. Açtığında küçük kız
—Güllü Ana! Muştumu isterim! Ahmet Emmi geliyor.
Güllü Kadın inanamadı. Küçük kıza sarılırken bütün birikmiş, acıları, yoklukları, özlemleri içinden atmak istercesine ağlıyordu. Başını kaldırdığında karşısında özlediği, beklediği umudunu gördü. Arkasında neredeyse tüm mahalle birikmişti. Savaştan uzun yıllar sonra ilk dönen askerdi. Herkes çok mutluydu.
Yanına gidip, eşinin elini öpmek istedi ama O bir eliyle atının yularını tutmuş, diğer koluyla bir kundağı bağrına basmıştı.
—Sana uzun yıllar sonra düşündüğün gibi bir hediye getirmek isterdim ama bence bu hepsinden güzel. Dedi ve kucağındaki bebeği uzattı. Güllü kadın kundağı aldığında bebeğin onca hengâmeye karşı uyuduğunu gördü. Onu kokladı ve alnına ilk öpücüğünü kondurdu.

***

Ahşap evin küçük bir odasında genç kadın hasta yatağında oturmuş, kucağındaki bebeğini emziriyordu. Dudakları mor, yüzü bembeyazdı. Sarı saçlarını “Al basmasın” diye al bir yemeni ile bağlamışlardı. Güzel siyah gözlerinin feneri sönmüş gibiydi. Kendini yorgun ve bitkin hissediyordu. Ateşi vardı ve üşüyordu. Hiç ağrımayan, sızlamayan yeri yoktu. Ona yaşam gücü veren tek varlık bebeğiydi. Diri durmaya ve iyileşmeye çaba gösteriyordu ama hastalıkla baş edemiyordu. Güzel dudaklarından hep aynı sözler dökülüyordu:
—Bebeğimin yazgısı bana benzememeli.

Yıllar önce baba bildiği savaştan dönen yorgun savaşçının kendisini koca bozkırın ortasında kundaklı bulup getirdiğinden başka geçmişi ve gerçek ailesi hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Güllü Kadın’ı ana bilmişti. Ta ki o boşboğaz çocuğun ağzından gerçekler saçılana kadar.
—Güllü Kadın senin anan değil, Ahmet Emmi de baban değil. Annem senin gâvur kızı olduğunu söyledi.
—Yalan söylüyorsun! Diye bağırmış ve koşarak eve kaçmıştı. Ağlayarak Güllü Ana’ya sarılmıştı. O sefil çocuğun söylediklerini diğer çocuklarda duymuşlardı. Hem gâvurun anlamını bile bilmiyordu.
—Ne oldu yavrum! Diye sormuş, cevabını beklemeden bağrına basmıştı. Gülizar bir süre ağlamaktan konuşamamıştı. Sakinleşip biraz kendine geldiğinde bile hala içini çekiyordu. Güllü Ana ve yaşlı nine sabırla sakinleşmesini beklemişlerdi. Güllü ana saçlarını okşayarak sormuştu:
—Sarı saçlı güzel kızım! Gülizar’ım! Ne oldu? Olanları ağlayarak anlatmıştı. Sonra da sormuştu:
—Sen benim anamsın değil mi? Diye Güllü Ana düşünmeden, duraklamadan cevap vermişti:
—Elbette Gülizar’ım, sen bakma o çocuğa. Seni ben büyüttüm. Güllü Kadın sıkı sıkı sarılarak kucaklamış ve sormuştu:
—Anan olmadığımı mı düşündün yoksa? Utanmıştı Gülizar anasına sorduğu sorudan. Fakat aklından o çocuğun sözleri de çıkmamıştı. Durduk yerde neden o sözleri söylemişti? Güllü Ana ise beklediği ama bir türlü gelmesini istemediği güne geldiğinin farkındaydı. Milletin ağzı kese torba değildi ki, büzesin. Bugün bile Güllü Ananın düşünceli halini anımsıyordu.

Ertesi gün Güllü Ananın o çocuğun anası ile konuştuğunu görmüştü. Tam köşede karşılaşmıştı iki kadın. Anasının öfkesine tanık olmuştu ilk kez küçük kız. Gerçekte Güllü Ana sevecen ve sakin bir kadındı. Gözlerini kapattı O’nun sıcak kucağını bir an duyumsadı.

İşe yaramamıştı Güllü Ananın konuşması. Boncuk dizisi kırılmış, irili ufaklı boncuklar saçılmıştı ve toplamak mümkün değildi. Oynamak için her sokağa çıktığında diğer çocukların soru ve alaylarıyla karşılaşmıştı. Sokaktan, oyundan, arkadaşlarından vazgeçmiş; kendini eve hapsetmişti. Güllü Ana belli etmek istemese de çok üzüldüğü görünüyordu. Ninesi ise ona yalnızlığını unutturmak için masallar anlatıyor, bilmeceler soruyordu. Gülizar sadece kendisinden birkaç yaş küçük kardeşi ile oynuyordu.

Bir gün aile akşam yemeğinden sonra toplanmış, oturuyorlardı. Zor savaş günlerinden sonra yokluk ve darlık sürmesine rağmen, nefes aldıklarını hissettikleri günlerdi. Kuru soğan, duru ayran yemekleri olsa da mutluydular. Ancak Gülizar’ın durgunluğu kimsenin gözünden kaçmıyordu. Savaş uzaklarda görünse de etkileri sürüyordu. Gülizar dışında hepsi susmak yerine O’nunla konuşulması gerektiğini biliyorlardı. Gülizar ne soruyor, ne konuşuyor, ne gülüyor, ne de ağlıyordu. O’nun bu durumuna daha fazla seyirci kalamazlardı. O gün gelmişti.

O gün Gülizar için dönüm noktasıydı. Yaşamında tanıdığı, sevdiği herkesi kaybetme korkusuyla sarsıldığı bir gündü. Sanki gök başına yıkılmıştı, sanki koca bozkırda yapayalnız, bir başına kalmıştı, sanki dünya kararmıştı. Sonra güneşin doğduğunu, Güllü Ananın kucağının sıcaklığını, Ahmet Babanın kendisini koruyan güçlü kollarının desteğini, o güzel ailenin ayrılmaz bir parçası olduğunu hissetmişti.

Ahmet Baba yorgun savaşçı olduğu günlere dönmüş; konuşmuş, konuşmuştu. Gülizar Ahmet Babanın bir sözünü hiç unutmamıştı:
—Güzel kızım! Gülizar’ım! Bahtın senin kadar güzel olamamış yavrum. Sen savaşın kanadı kırık bir güvercinisin.
Bir türlü eskisi gibi uçamamıştı güzel güvercin. Savaş esnasında değişik yerlerde bulunan diğer çocuklar gibi, Gülizar’ın da ailesi ile ilgili bilgiye ulaşılamamıştı. Ailenin sevecenliği, sıcaklığı; Gülizar’ı “Gâvur kızı” olmaktan, oyunlarda dışlanmaktan, alay edilmekten kurtaramamıştı. Sanki bu etiket O’nun ikinci adı gibiydi. Ön tekerlek nereye giderse, arka tekerlek de oraya gidiyordu. Güvercinin kırık kanadı onulmuyor, kanadı kırık güvercin eskisi gibi uçamıyordu.

***
Güllü ana için Gülizar bir evlattı. Doğurmasa da emek emek işlemiş, yetiştirmişti. İnsanlara bakmış, davranışlarına bir türlü akıl erdirememişti:—Savaşı ne çabuk unuttular. Diye söylendiği bir gün sormuştu yaşlı nine:—Neden böyle düşünüyorsun?—İnsanlar savaşı unutmuşlar ana! Diye haykırmış;—Unutmasalar el kadar masum bebeyle uğraşırlar mı? Diye sormuştu gözünden akan yaşlarla. Yaşlı nine başını sallamış:—Unutkanlık değil yavrum, cahillik! Demişti. Cahillikti, masum bebenin sarı saçını sorgulayan. Cahillikti, savaşın acılarının bedelini el kadar bebeye çıkaran. Cahillikti, ellerinde büyüyen küçücük masum bir çocuğa “Gavur kızı” dedirten. Doğruydu; ama bu günahsız yavrucağa nasıl anlatılırdı?Nine önünde ip sardığı gülcanları durdurmuş:— Biliyorsun, sana okuma yazmayı ben öğrettim, mektepte öğrendiklerimi sana aktardım, kitaplarımı okudum. Çünkü yıllarca süren savaşlardan ortada ne mektep kaldı, ne de medrese. Üstelik herkes senin kadar şanslı da değil. Evlerin erleri askere gitti ardı ardına. Az büyüyen erkek çocuklar bile asker oldu. Giden gelmedi. Kazanan yok, bezenen yok. Babalarının nazlı göz bebekleri kızlarsa küçük yaşta kaşık hırsızı oldu. Zamansız yüklenilen ağır yükler ve yaşanan inanılmaz acılar. Yürekten kopan ağıtlar… Dedi. Sustular. O günlere dönüp, sevdiği eşinin şehit olduğuna inanamadığı için içli içli ağıt yakan taze gelinlerin sesi yankılandı kulaklarında:“Dön gel ağam dön gel dayanamiramUyku gaflet basmış uyanamiramAğam öldüğüne inanamiram.”Güllü kadın acıların tam ortasında yaşamıştı, biliyordu. O taze gelinler dul, çocukları da yetim kalmıştı. Kim bilir; belki Gülizar da o yetim çocuklardan biriydi. Yaşlı nine Güllü kadının düşündüklerini görmüş gibi konuşmasını sürdürdü:—Uzun bir süredir salt acı yaşayan bu insanlar mektep, medrese görmediler, kuru üzüm sohbetine de oturmadılar. Sadece zorlu bir yaşam koşusunda, birbirine tutunarak koşuyormuş gibi yaşadılar. Öyle zor zamanlar geçirdiler ki, bazı insani değerleri unuttular. —Mesela her doğan bebeğin masum ve günahsız olduğunu unuttular. Babasının anasına tecavüz etmiş bir düşman askeri olabileceği düşüncesi ile küçücük bir kıza düşman oldular. —Oysa ne tecavüze uğrayan anne, ne de bebeğini düşmanımız olmamalı. —Üstelik hiçbir şey bilmiyoruz. Akıl yürüterek düşmanca bir tavır sergilemek daha da kötü. —İftira atıp, günaha girdiklerinin bile farkında değiller. Karşılıklı konuşurken farkında olmadan problemi fark etmişlerdi. Bazı kişilerce akıl yürütülmüş, biliyormuş gibi iftira atılmış ve yargısız infaz Gülizar’a kesilmişti. Güllü kadın bundan böyle Gülizar’ı daha çok koruyup kollaması gerektiğini o gün fark etmişti.

***


Ahşap eski evin alt katının bir kısmında büyükçe bir hayat vardı. Kocaman çift kanatlı dış kapıdan girince, hemen yan tarafta bir kapı vardı ve toprak damın altındaki tek göz odaya açılıyordu. Odanın içindeki duvara dayalı geniş bacalı ocak kireç badanayla beyazlatılmıştı. Ortasında ateş yanıyordu. Ateşe konmuş sacayağının üstünde, altı küllenmiş kalaylı bakır bir tencere fokurduyordu. Pişen yemeğin güzel kokusu odaya yayılmıştı. Hasta ve yaşlı adam sırtına ceketini bürünmüş, ocağın başında oturuyordu.
Penceresiz düz duvarda halı tezgâhı vardı. Güllü kadın yazın hayatta halı işliyordu ama kış gelmişti. Dışarıda kar yağıyordu ve hava buz gibi soğuktu. Çocuklardan, evin işinden fırsat buldukça birkaç düğüm atıyordu. Yaşlı kadın ise halı tezgâhının yan tarafına yerleştirilen iki gülcanla çile halindeki halı iplerini ikiye katlayıp, yumağa çeviriyordu. Herkes iki elini bir boğazı için kullanıyor, aileyi geçindirmek için çabalıyorlardı.

Gülizar’ın evden çıkmadığı günlerdi. Arada küçük kardeşiyle oynasa da daha çok ocak başındaki yaşlı adamın, dedesinin dizine yaslanıyor, sessizce oturuyordu. Yaşlı adam günün belli saatlerinde hemen yanındaki kahve takımlarının durduğu duvar kovuğunun işlemeli perdesini kaldırıyor; küçük bir cezve alıyor ve içine toprak testiden su dolduruyordu. Küçük el maşası ile ocağın ön kısmına biraz kül çekiyor, üstüne ateşten aldığı köz parçalarını, onların üstüne de cezveyi yerleştiriyordu. Su ağır ağır ısınırken dede de öksüz ve yetim torununun sarı saçlarını okşuyor, onun gönlünü ısıtıyordu.
Yaşlı adam önce kovuktan porselen bir fincanı tabağıyla birlikte, sonra da kahve değirmenini çıkarıyordu. Değirmenin üstündeki katlanmış kolu açıyor, birkaç kez çeviriyordu. O arada cezvede kaynayan suyun yarısını fincana boşaltıyordu. Değirmenin alt kısmında öğütülmüş kahve biriken kısmı çevirerek açıyor, küçük bir tahta kaşıkla bir kaşık taze öğütülmüş kahveyi cezveye koyuyor, tekrar cezveyi ateşe sürüyordu. Değirmeni kovuğa kaldırırken küçük bir kavanozda da kesme şeker çıkarıyordu. Kavanozun kapağını açıyor, bir kesme şekeri cezveye atıyor, birer tane de Gülizar’la kardeşine veriyordu. Köpük köpük kabaran kahveyi bozmadan fincandaki suyu cezvenin kenarından geriye döküyordu. Sonunda yaşlı adam fincanına cezvedeki kahveyi azar azar boşaltırken, taze kahve mis gibi kokuyordu.
Gülizar bıkmadan usanmadan yaşlı adamın kahve pişirmesini seyrederdi. Kahveyi öğütmesini, fincanı ısıtmasını, “Kahvenin köpüğü gitmesin!” diye gösterdiği çabayı kaçırmazdı. En sevdiği bölüm yaşlı adamın kahve içerken duyduğu mutluluktu ama şeker de çok güzeldi.

Her Cuma günü Ayşe yanında çocuklarıyla ailesini ziyarete gelirdi. O gün Gülizar için bayram olurdu. Kocaman çift kanatlı dış kapının şakkarağı kapı çalmadan açılıyorsa tanıdık biri geliyor demekti. Günlerden Cumaydı ve Gülizar Ayşe’nin gelmesini dört gözle bekliyordu. Her duyduğu seste hayata bakan pencereye koşuyor, dantel perdeyi aralayıp bakıyordu.
Gülizar’ın beklentisini bilen Güllü ana:
—Gülizar’ım! Güzel kızım! Bugün hava çok soğuk, kar yağıyor. Ayşe ve çocuklar belki gelemezler. Dedi ama Gülizar umudunu yitirmedi. Dış kapının sesini duyunca yine pencereye koştu, pencereden baktı. Gelen Ayşe değildi. Küçük kız hemen koşup Güllü anaya sokuldu. Güllü ana şaşırdı. O sırada odanın kapısı açıldı ve içeriye Gülizar’ın gavur kızı olduğunu düşünen ve herkese bu düşüncesini söyleyerek küçük kızın yaşamını zindana çeviren komşu kadın girdi. Kocasını savaş meydanında salgın hastalıktan kaybetmişti. Görmemişti ama öyle demişlerdi. Bugüne kadar da haber çıkmamıştı çocuklarının babasından. Halı işleyerek çocuklarına bakıyordu. Çocuklarının hem anası hem babası olmaktan, geçimini temin etmek için koşmaktan yorgundu. Kendisine kol kanat gerecek ana babası da yoktu. Arada nefes almak için konu komşuya gider, çok oturmazdı. Kimseyle uğraşmaz, kimsenin hayrına şerrine karışmazdı aslında. Savaş bitip, sağ kalanlar dönmeye başladıkça değişmişti. Daha çok dönenlerle ilgileniyordu. İlk Ahmet ağa gelmişti. Kocası dönmemişti ama Ahmet ağa kucağında ne idüğü belirsiz bir kundak bebeğiyle dönmüştü. Oysa çocuklarının babasına ne çok ihtiyacı vardı. Kimseye göstermemişti ama çok ağlamıştı o gün. Kocası anası babası her şeyi olmuştu. Dayandığı duvar, güç aldığı sevgi olan kocasının ölüm haberi ile gözünün görebildiği her şey yıkılmış, tuzla buz olmuştu. Ama yıkılmaya, hasta olmaya bile hakkı yoktu. Gözünün bebekleri, sevdiğinin yadigârı çocukları; yemek için, giymek için, yaşamak için onu bekliyorlardı. Yaşadığı zorluklarla gittikçe katılaşıyordu.
Hal hatır sorulduktan sonra komşu kadın:
— Yine birçok kimsesiz çocuk gelmiş. Dedi. Ortalık birden buz gibi oldu. Kimse cevap vermedi. Gülizar “Ağladığımı görmesin.” diye başını öne eğdi. Gözyaşları entarisinin eteğine döküldü. Ama komşu kadın susmadı:
—Büyükmüş bu çocuklar, ana-babalarını da dillerini de biliyorlarmış. Bozgunda kaybetmişler ana-babalarını.
Güllü kadının zaten öfkeliydi ama yine de babasının yanında sustu. Yaşlı adam ağır ağır konuştu:
—Kızım! Biliyorsun bizim yaşadığımız bu şehir, tarihi boyunca hiç düşman işgali görmemiş. Biz aslında zorluklardan söz etsek bile savaşı yaşayan diğer şehirlere göre sadece savaşın uzaktan gelen nefesini hissettik. Hiçbir kadınımıza şükür yad eli değmedi, çocuklarımız da yanı başımızda.
Yaşlı adam sustu. Sözlerini tartarak söylemeye çalışıyordu ama öfkesi de görünüyordu.
—Öyleyse söyle bana! Bu ana babasını bilen büyük çocuklar hangi ara, hani bozgunda kaybolmuşlar da döndüler? Derken ses tonu yükselmiş, yüzü kızarmış, gözleri büyümüştü.
—Bana bağırma emmi. Diye cevap verdi komşu kadın. Umursamaz bir tavırla konuşmasını sürdürdü.
—Senin oğlun savaşta kalsaydı, hissettiğin nefes miydi, nefessizlik miydi görürdün.
Kadın burnundan soluyordu. Güllü kadın yerinden kalktı, Gülizar’ı da elinden tutup yerinden kaldırdı. Odadan çocukla birlikte çıkıp gitti. Yaşlı nine daha fazla susamadı. Kocasının anlatmak istediği ama üstüne düşüremediği “Bu kadına bildiği ama kabullenemediği gerçekleri birinin anlatması; acıdan ve öfkeden kör olmuş gönül gözünü açması gerekiyor.” diye düşündü.
—Üstümüzde misafirimizsin diye otuz iki dişim boğazıma döküldü ama sustum.Ancak birinin seni ayıkması gerekiyor. Sen şükretmekten aciz bir insansın. Baban yerinde adama laf söyleyeceğine ya da el kadar çocuğun ustası olmayan sırça gönlünü yıkacağına, başını iki elinin arasına al da düşün. Dışarıya bak! Karlı, buzlu, soğuk; kurt kuşun aç kaldığı günlerdeyiz ama tencerede aşımız pişiyor. Gün geldi parası olan bile yiyecek bulamadı.
Er meydanında savaşan askerin karnını doyuramadığımız zamanlar oldu. O askerler ki uzun yaz günlerinde bile açlıklarını hissetmemek için oruç tuttular. Sahur yaptılarsa iftar açamadılar. Çoğu zaman en iyi yemekleri hoşaf oldu. Bir yandan düşmanla, bir yandan hastalıkla savaştılar. Bir yandan savaş meydanlarında er kişiler şehit olurken; çağı gelmemiş çocuklar da, yaşı askerlik çağını geçmiş atalarda onların yerine geçmek için savaşa koştular. Analar, bacılar, eşler olarak giden ere “Son yongam sensin ama eğer bayrak inecekse, ezan susacaksa vatan kurtulana kadar savaş. Vatan kurtulmadan gerekirse öl ama dönme” demedik mi?
Yaşlı kadının gözleri doldu. Ama susmadı.
—Düşmanı çizmesiyle denize dökmek hiç kolay olmadı. Kaçarlarken bile geçtikleri köyleri kasabaları yaktılar yıktılar. Taş üstünde taş bırakmadılar. Alev alev yanan evlerinin acısını yaşayamadan genç gelinlerin namusuna el uzattılar. Babasını bağlayıp kızının ırzına geçtiler. Zora beylerin gücü yetmez. Yaşlılar, kadınlar yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Bu kargaşada ana oğlunu, kardeş kardeşi kaybetti. Bir çırpıda anlatılamayacak kadar meşakkatli ve hepimiz için zor günlerdi ama o insanlar için savaş daha bir zordu.

Sustu…. Herkes sustu…

Yaşlı kadın derin iç çekti:
—Bütün bunları sen de biliyorsun. Bundan olmalı Gülizar’ın bir tecavüz bebeği olduğunu sadece düşünmüyor……. söylüyorsun. Oysa hiçbir şey bilmiyorsun. Kimse de bilmiyor. Biliyormuş gibi konuşmaya biz iftira diyoruz. Kim bilir belki doğru dediğin ama belki de ana babasını düşman öldürdü ve bebeği görmedi. Ne olmuş olursa olsun, o bir tecavüz bebeği bile olsa ne anayı, ne de bebeği suçlamaya hakkımız var mı?

Yaşlı kadın sustu. Yorulmuştu. Ne yaşananlar kolaydı ne de söylediklerini anlatmak; hiç biri kolay değildi. Komşu kadın ise başını önüne eğmiş, sessiz ağlıyordu. Yaşlı kadının söylediklerinin her kelimesinin doğru olduğunu biliyordu. Anası “İnsanın ağzı bir fırındır. Sözlerini pişirmeden çıkarma, pişmemiş aş ne yenir, ne yutulur.” demişti. Öfkeyle, acıyla anasının öğüdü aklından çıkıvermişti de çocukların yanında çiğ bir cümle sarf etmişti. Üstelik yenip yutulmadığını da kabul etmemişti. Yaşlı kadın takkeyi düşürmüş, keli göstermişti. Bu saatten sonra susmasının da işe yaramayacağını biliyordu. Söylenmiş söz, geçmiş zamandı.

sürecek..................


SEVGİLİYE MEKTUP

Şu yaşam dedikleri şey, insanı alıp hiç düşünmediği anlara, anılara savuruyor. Oysa ben hala aynı yerde; bir kış günü gözlerini gördüğüm yerdeyim. Hani o soğuk kış gününü unutan yüreğime zamansız bahar çiçekleri açtıran ve unutmak istediğim gözlerini gördüğüm sokaktayım. Bir gün sana senden uzak olmak istediğimi anlatan bir mektup yazabileceğimi söyleseler inanmazdım ama bugün yazıyorum.

Gözlerin aynı, sokak aynı, sen ve ben aynı olsak bile; zaman değişti. Neden, nasıl ayrı düşmüştük diye sorgulamak ve geçmişi yargılamak ölen aşkımızı bize geri getirmeyecek. Zaman yüreğimde açan bahar çiçeklerini meyve veremeden soldurdu. Ömrüm gibi yüreğime de güz geldi Sevgili.

Vuslat yanıbaşımızdaydı. Aynı şehirde, aynı sokakta, yanyana evlerde aynı havayı soluduk. Yüreğimizde açan beyaz, pembe bahar çiçekleriyle mutlu olabilirdik. Birlikte yaşayabileceğimiz geleceğimiz avuçlarımızdan su gibi kayıp giderken uzaklara giden bir gemiye el sallar gibi; onu sadece uğurladık. Sormadık nereye gittiğini. “Gitme!” demedik. Bugün onu anmak ve aramak için çok geç.

Seni düşünmek yaşamakla eş anlamlıydı. Seni düşününce yüreğim sanki koşuyordu. O artık koşamaz hazanını yaşıyor. Bu arada sensiz de yaşanabileceğini sen öğretmedin mi sevgili? Seni görmeden, sesini duymadan, ellerini tutmadan yaşadım yıllarca. Galiba en zoru da............yaşamındaki bir başka kadını düşünmekti.

Yıllarca başka başka yaşamlar sürdük. Yaşamlarımıza başka insanlar girdi. Sen ve ben......... başkalarının sevgilisi, eşi olduk. Boyumuzca çocuklarımız oldu. Dönüşü olmayan tek yönlü bir yol zaman. Başlangıç gerilerde bir yerde kaldı. Ne dönebiliriz, ne de bulabiliriz Sevgili.
Bu mektubu yıllar önce yapman gerekeni, bugün yapıp; beni aradığın ve sevdiğini söylediğin için yazıyorum. Sevgin yüreğimde yıllandıkça büyümüş olsa da; bizim için çok geç. Yüreğimde solan, kuruyan bahar çiçekleri hala duruyorlar; ama meyve veremezler. Sevdan yüreğinde kalsın Sevgili, benim gibi. Böylesi daha iyi.

BANA AŞKI ANLAT

Mektubumu alınca “Sevmiştim seni, hayallerimi yıktın ve beni umutsuzluk denizine attın.” diyen sevgili; yıllar önce “Elveda” demeyi bile düşünmeden giden sen değil miydin? Ben nedenlerle, niçinlerle savaşıp; göz pınarlarımın oluşturduğu umutsuzluk denizinde çırpınırken; tutunacak bir dal, uzanacak bir el ararken, sen nerelerdeydin?

Aradan yıllar, aylar, günler geçti. Zamansız akan göz pınarlarım kurudu. Umutsuzluk denizinin suları çekildi. Ayaklarım yere değdi. Aşkım yaralandı ama onurum elinden tuttu. Aşkımın yaralarını sardı, onulttu. Sevgiler ne denli büyük olursa olsun; yaşanan acıların izleri bir kalemde silinebilir mi sandın?

Daha dün görüşmüşüz gibi avuçlarımda sıcaklığını hissetsem de, acılar yaşanmamış gibi yüreğimde aşkını taşısam da, aşkımızın kaldığı yerden sürdürülebileceğini mi sandın sevgili? Aynaya bak. Ne sen o yakışıklı esmer gençsin, ne de ben güzel gözlü bir genç kızım. Yaşanmış onca yılı; elimizi tutan, yaşamlarımızı paylaştığımız insanları, dünyaya getirdiğimiz masum çocukları “yok” sayabilir miyiz? Sence biz bu denli bencil olmalı mıyız?

Bazen aşk salt sevmek ve bu sevgiyi yüreğinin en derinlerinde, en canlı haliyle saklayabilmektir. Bazen bir çift güzel gözde, bazen bir gülün kokusunda, bazen bir şarkının nağmelerinde sevgiliyi bulmaktır. Acıların, özlemlerin ateşinde bıkmadan, usanmadan yanmaktır. İçindeki yangının acısı ile bazen kadere isyandır. Her şeye sevginin gücüyle dayanmaktır sonunda vuslat olmasa da.

Aşkı tadanlar, tanıyanlar, aşk acısını tatma şansını yakalayanlar; aşkın kolay olmadığını bilirler. Aşk; geceleri ışıldayan, hatta yol gösteren ama elini uzattığında yakalanamayan kutup yıldızı gibidir. Sen yakalayabilir misin?

Görmediğin bir ülkede yaşayan, kokusunun cazibesinin ünüyle peşinden koşulan, güzel bir çiçek. Onu gördün mü, kokladın mı? O zarif çiçeği koparabilir misin?

İstiridyenin içinde oluşmuş doğal bir inci kadar güzel ama okyanusun dibindeki bir kum tanesi gibi ulaşılmaz. Onu bulabilir misin? Gerçekten bu kadar şanslı mısın?

Bana aşkı anlat; aşkı tanıyorsan onu anlat bana sevgili. Ben aşkı böyle biliyorum.




O GİDERKEN ARKASINDAN AĞLAMA

Hani avuçlarındaki birkaç yudum su parmaklarının arasından akar gider de tutamaz insan. Damlalar yerin çekiciliğine koşarken; avuçlar boş, yürekler susuz kalır. İnce ince, alev alev yanar yürek. Dinmeyen, sönmeyen, bitmeyen korların üstünden yalın ayak koşarak çıkmak yerine; sakince oturur da, umarsızca yüreğinin sızısını dinler aşık.

Yüreğini bir nebze serinletecek birkaç damla su avuçlarından akıp giderken; umarsızca bakan aşık; keşkelerle yaşar, nedenlerle savaşır. Kimi zaman kendince en büyük suçlu yine kendisidir; ama kimi zaman da kendince haklı nedenleri olan bir masumdur . Dönüp dolaşıp ayrılığın başına gelir, çünkü bütün yollar ona çıkar. Yürek yangını daha bir harlanır. Aşık alev topunun içinde bir Mevlevi gibi döner de döner.

Aşık yılmaz, yolun birinden diğerine sapar. Yeni nedenlerle savaş başlar. Nedenlerin en suçlusu söylenmesi gereken sözlerin durup beklemesidir. Bu bazen tek bir sözcüktür. Yürekler haykırır ama dudaklar açılamaz ve o tek sözcük olduğu yerde kalakalır. Cesaret elinden tutacakken aşığın ardına saklanır. Bir anlık içten gülüş yüzünde donar, sevgiyle bakan gözleri susar, tek bir sözcük boğazına takılır kalır da; sevgiliye onu nasıl sevdiğini, onun için nasıl yandığını bir türlü anlatamaz.

Elini uzatmak ister aşık, kendine uzanan ellere. Aşılmaz dağlar, azgın seller, bitmez yollar girer araya. Aşık diz bağları çözülene kadar koşar. Ölüp de dirilmiş gibi yorulur. Uzanır sevdalı ellere ama geç kalmıştır. O giderken arkasından ağlar aşık. Gözyaşları yüreğine, yüreğindeki yangına akar. Ne yangın söner, ne giden geri gelir. Ümit, umut, umar; adı neyse tükendiğinde acılar bütün haşmetiyle içinde çöreklenir. Pişmanlıkları kapıdan kovar aşık ama onlar bacadan girer. Çoğaldıkça çoğalırlar. Söylenemeyen sözler, suskun gönüller dile gelir de aşık derin bir ah çeker. Görünmeyen yangın, görünenden azgındır.

Aşk bazen zamanında söylenmesi gereken tek bir sözcüğü, aşkın penceresinden dünyaya bakarak söyleyebilmektir. Keşkelerle yaşamak yerine sevdalı iki yüreğin, bir lokma ekmeği paylaşmasıdır. Yürek yangınlarının aşkın inancıyla gül bahçelerine dönüşmesidir. Bazen de, mutluluğun resmini çizmeden görebilmektir.

Eğer nedenlerle savaşmayı, keşkelerle yaşamayı seçtiysen; o giderken arkasından ağlama aşık. Asıl yapacak ustası olmayan, nadide sırçadan yapılmış gönül sarayının yıkılışına, sevgilinin senin gözlerinle senin aşkını göremeyişine ağla. Onun avuçlarının sıcaklığında, sevgiyle bakan gözlerinde bulacağın mutluluğa ulaşamadığın için ağla. Aynı çatı altında bir lokma ekmeği paylaşamadığın için ağla. Göremediğin uzaklarda kalan dostça duygular için ağla.

Ya da varsa aşk, onu içinde bir yerlerde, ihtimal yüreğinde hissedebilmek de mutluluktur; yakıp kavursa da. O sevgili varsın gitsin, kalan sevdası yüreğinde seninle. Öyleyse aşık sevgilinin cismi için ağlama.

22.01.2004 VARSIN SEVDİĞİN UZAKLARDA OLSUN

Ağlama aşık, sen uzak sevdaların insanısın. Hangi sevdayı yanı başındayken özler insan? Aşkla sevdiği yanındayken insanca duygularla sorunlar oluşturur, kıyasıya savaşır. O sevda uzaklaşınca kaybetme korkusunun ateşi düşer yüreğine, özler aşık. Gözünde, yüreğinde kusursuz kılar. Yüceleştirir de yüceleştirir. Ulaşamadığı sevdası kusurlarından arınmış mükemmel bir insan olur. Aslında olan, özlemle ruhun cisimden sıyrılması, aşkın yürekte olanca gücüyle kendini hissettirmesidir.
O sevgili yüreğinin sesini duyar mı bilinmez ama yine de onu görmeyi, yanında hissetmeyi çok istediğinde aşık; yüzünü göğe çevir. Gözlerini yum. Yüreğinle sevgiliyi gör. Onu yüreğinin sesiyle çağır. O seni duymasa da sen onu yanı başında sanıp, onun ellerinin sıcaklığını, nefesini hissedebilirsin aşık. O uzaklarda, bilmediğin yaban ellerde olsa da; onun aşkının yüreğinde olduğunu unutma. Kim bilir belki o da aynı duyguları yaşıyor, belki o da aşk ateşiyle yanıp tutuşuyordur.
İki insanın aşk ateşi ile buluşması en güzel duygudur ama birbirinden uzaklarda, birbirinden ayrı yaşaması onlara acı verir. O sevgilinin uzaklarda olması yüreğini yaksa da yüreğinin bir yerinde kavuşma umudu hep vardır. Oysa ölüm vuslatı imkansız kılar. Aşk yaşanmıştır, bitmese de yarım kalmıştır. Kalan ölenden daha şanssızdır. Hem aşk ateşi ile yanar, hem de yüreğinde kaybettiği sevgilinin acısını taşır aşık.
Aşkı yarım bırakan salt ölüm değildir. İhanet ölümden daha acı bir meyvedir. Tadını kimse sevmez de; yine de bir çok insan istemeden de olsa, bu meyvenin acımsı kekri tadına bakar. Üstelik umutlarda yalnız aşığın elinden tutmaz. Sevgilinin ziyaret edilecek, gözyaşı dökülecek bir mezarı bile yoktur. Güzel anılara sığınmak istedikçe, hatırlamak istemediği görüntüler karşısına dikilir. Başka bakış açılarına döner gözleri ama sevgiyle bakmayan gözleri, ellerinden uzaktaki elleri anımsar. Bir felaket geçirmiş şehir gibidir. Her şey alt üst olmuştur ve yaraları sarmak çok güçtür. Pek çoğu terk edelim bu şehri iflah olmaz derken; birkaç kişi onaralım şehrimizi der. İşte bu zamanda dost ve düşmanın gerçek yüzünü görürsün aşık.
Sevdiğin sevgiliyi ölüm aldığında onun dostları akrabaları yanı başındadır. Ortak dostlar, arkadaşlar acını paylaşırlar. İhanetin arkasından gelen ayrılıkta ortak her şey gibi arkadaşlar, dostlar da ayrılır gider, sanki ihanetin suçlusuymuşsun gibi aşık. Aşkların paha biçilmez mücevherleri çocuklar bile haraç, mezat paylaşılır. Bazen paylaşmadan öylesine bırakır giderler, onları dünyaya getirenler arkalarına bakmadan. Gidenler öylesine bencildirler ki “Kendi yaşamlarını istedikleri gibi yönlendirme” kılıfına sarılırlar. Aşkın varlığından şüphe duyarsın aşık.
Varsın sevdiğin uzaklarda olsun. Yüreğinde aşkını hisset. Ellerin hala onun ellerinin sıcaklığını sevgiyle anımsayabiliyorsa; anımsadığın anılar seni mutlu ediyorsa, ağlama aşık. Umutlarına sıkı sıkıya sarıl. Yüreğindeki aşkı umutlarınla besle. O zaman aşk ateşi daha dayanılır, özlemler katlanabilinir olacaktır aşık.


KORKUYORUM ÇOCUK

Karşımda duruyorsun. Sana bakıyorum ama gözlerini göremiyorum. Ellerimi uzatıyorum ama dokunamıyorum. Konuşuyorum ama sesimi duyuramıyorum. Kendimi umarsız hissediyorum, korkuyorum çocuk.

Gözlerin kapalı. Düşünceli görünüyorsun. Çocuk yüreğinle uzaklara, çok uzaklara bakıyorsun. Yıllar önce giden sevgiyi arıyorsun. Yüreğine bak çocuk.. Aradığın sevgi çocuk sevgilerinin yaşandığı yüreğinde. Söylesem de; sesimi duyuramamaktan korkuyorum çocuk.

Sanki fareli köyün kavalcısı kavalını çalıyor. Kavaldan çıkan sihirli melodinin peşine düşmüş gidiyorsun. Sesleniyorum, seni durdurmaya, uyandırmaya çalışıyorum. Sen giderek uzaklaşıyorsun. Peşinden koşuyorum. Ufukta kaybolmandan korkuyorum çocuk.

Uzun saçların rüzgara kendini bırakmış, savruluyor. Senin kaderin rüzgarına kapıldığın gibi. Yaşamın yolları uzun ama senin acelen var. Yaşamın yollarında ağlayarak koşuyorsun. Gözyaşlarını dindirmek için ellerimi uzatıyorum. Cesaretim yok. Sana ulaşamamaktan korkuyorum çocuk.

Yüreğimle baktığın yöne bakıyorum. Gördüğünü görmeye çalışıyorum. İşittiğin sesleri işitmek, yüreğini çarptıran sevgiyi anlamak, acılarını paylaşmak istiyorum. Aramızdaki mesafeleri aşmak, duvarları yıkmak, umutsuzlukları el ele aşmak istiyorum. Seni anlayamamaktan korkuyorum çocuk.

Demir parmaklıkların arkasındasın. Kocaman bir yüreğin var. Zincirlerle bağlanmış, ucunda da bir kilit var. Pasını silmek, kilidi açmak istiyorum. Bir yudum mutluluk kilidin anahtarı. Mutluluk Kaf Dağı’nın ardında deseler de inanma, o avuçlarının içinde. Mutluluğun avuçlarından kayıp gitmesinden, içindeki sevgiyi bulamamandan korkuyorum çocuk.

Uzun parmaklı güzel ellerin bir tuvale çocukluğunun resmini çiziyor. Güzel saçların, gülen bir yüzün var. Dünyanın en mutlu seslerini çıkarıyorsun gülerken. Kucaklamak için kollarımı açıyorum. Koşup, sıkı sıkı sarılıyorsun. Bu güzel rüyadan uyanmaktan korkuyorum çocuk.